11 Mart 2012 Pazar

Gauguin



Eugene Henri Paul Gauguin 7 Haziran 1848’de Paris’te dünyaya geldi. Babası National adlı liberal bir gazetenin editörüydü.


Yaşamının ilk yılları Peru’da geçti. Altı yaşandayken Fransa’ya gönderildi ve Orleans’daki bir yatılı okula başladı. Okuldan ayrılacak yaşa gelir gelmez deniz ticaret filosuna katıldı. (1865)


Seyahatlerinden dönünce 1872’de borsa komisyonculuğuna başladı. Hobi olarak resim yapmaya başladı. Camile Pissaro, Van Gogh gibi ressamlar üzerinde etki bırakmıştı. 1880’lerin başında düzenli olarak izlenimci sergilerine katılmakta ve tablolarını toplamaktaydı.


Pissaro, Gauguin’in hem dostu hem de resim konusunda akıl hocası olmuştu.
1880’de yaptığı Nü çalışma, ilk olarak 1881’deki altıncı izlenimciler sergisi’nde yer almıştır. İyi bir tepki görünce Gauguin işinden ayrılıp tüm zamanını resime ayırmayı düşünmüştü.


1887’de ressam dostu Charles Laval ile birlikte Panama’ya gitmeye karar verdi. Resimlerinden para kazanamıyordu ve parasızlıktan ne yapacağını şaşırmış haldeyken Paris hakkında fakir bir adam için vahşi bir ormandan farksız diyordu.
Gauguin’in Panama Kanalı İnşaat Şirketi’ndeki işi çok uzun sürmedi. On beş gün sonra işten çıkarıldı ve arkadaşlarıyla beraber Martinik Adası’sına gittiler. Burada dizanteriye yakalandı.


Gauguin 1888 de Bretagne’a döndü. Ama Martinik hiç aklından çıkmadı. Varlıkları yeni bir bakışla gören bir biçemde yeni resim ve kompozisyon tekniklerini denedi. Tropik yörelerde edindiği deneyimlerin sonucunda ortaya çıkan Bröton resimleri, onun izlenimci biçemle arasında bulunan son biçemsel bağları da koparmıştı. Artık eserleri saf renk alanları içermiyor, ton farklılıklarına rastlanmıyor ve renkler neredeyse oldukları gibi tuvale aktarılıyordu. Figür ve nesnelerin sahip olduğu şekillerin siyah çizgilerle belirlendiği bu biçem, vitray çalışmalarını ve Japon grafik sanatını andırmaktaydı. Gauguin, geleneksel renk değişimi ve perspektif renklerini tam anlamıyla terk etmişti. Artık dünyayı izlenimci bakışla görmek yerine kendi iç bakış açısını ortaya koymanın peşindeydi. Resimlerinde ele almaya çalıştığı hayali ve simgesel konuların anlamları, izleyicinin bir bakışta anlayabileceği türden değildi.


Gauguin, 1889’da yaşayıp çalışmak için daha sade ve ucuz bir yer bulma umuduyla Fransa’dan ayrılıp tropik ülkelere gitmeye karar verdi. Ressamlarla dolup taşan ve ‘’Paris’ten gelen alaycı sözleri’’ hâlâ işitebildiği Bretagne’dan memnun değildi. Daha önceden Martinik’e yaptığı seyahat cesaret kırmamıştı ve çocukluğunun o egzotik, mutlu ve güvenli yerini bulabileceğine hâlâ inanıyordu. Nisan 1889’da şöyle yazmıştı. ‘’Madagaskar’a gitmeye karar verdim… Bayan Redon istenirse 5.000 frankla orada 30 yıl yaşanabileceğini söylüyor.’’ Bununla beraber Madagaskar ve gitmeyi düşündüğü diğer yerlerden Tonkin (şimdiki adıyla Vietnam) gibi yörelerdeki yaşam maliyetleri hakkında çelişkili öğütler almaktaydı. Gauguin sonunda Tahiti’ye gitmeye karar verdi, çünkü Madagaskar ‘’uygar dünyanın çok yakınındaydı.’’ Gauguin, yolculuk için para toplamak amacıyla 30 tablosunu açık artırmaya çıkardı ve biri dışında hepsi satıldı. Satıştan elde edilen toplam gelir 7.350 franktı. Karısına ve ailesine veda etmek için Kopenhag’a gidip, oradan da Marsilya’ya geçti. 1 Nisan 1891’de Oceanien adlı gemiye binerek Tahiti’ye doğru yola çıktı.


Tahiti’nin başkenti Papeete’deki çevresi Gauguin’i hayal kırıklığına uğratmıştı. Bu işlek kentte yaşayan Tahitililerle aynı sayıda Avrupalı ve Çinli işadamları vardı. Gauguin’in bütün derdi geleneksel Tahiti yaşam biçimini, geleneklerini, kültürünü ve dinini konu alan resimler yapmaktı. Papeete’de buna pek fırsat bulamadı ve sonunda 50 kilometre uzaktaki Mataeia’ya taşındı. Ama gerçek Tahiti ortamını burada da bulamadı. Hayal kırıklığının nedeni yalnızca Avrupa kültürünün yerli halkın yaşam biçimini kökünden değiştirmesi değil, Gauguin’in de dünyada batı etkisinin ulaşmadığı bir köşe bulma düşüncesiyle kendini kandırmış olmasıydı. Çocukluğunun tropik cennetini yeniden yaratma sevdasıyla resimlerinin yok olmakta olan bir kültürü ilk elden yansıttığını ileri sürüyordu. Aslında Gauguin’in resimleri, Tahiti’de yaşayan bir koloni üyesi tarafından kendisine verilen Tahiti gelenekleri konulu bir kitaptan son derece etkilenmişti. Bununla birlikte, bu resimler batı dünyasının gözünde hâlâ gerçek Tahiti yaşamını yansıtır görünmektedir. Bunda güzel kadınları ve ağaçlardan yerlere dökülen meyveleriyle, bozulmamış Tahiti adalarını anlatan kalıplaşmış Hollywood filmlerinin de büyük bir katkısı vardır.


Gauguin imgelerini yaratmak için çok farklı malzeme ve biçemlerini denemişti. Ressamlık yaşamının başlangıcında Pissaro’nun tercihlerinden etkilenmiş olmasına rağmen düzenli bir resim eğitimi almadı.Yağlıboya resim kadar tahta oymacılığı ve kilden figürler yapma deneyimlerinden de zevk alıyordu. Tahiti’deyken tahta oymacılığına sevdalanmıştı. Bazen de suluboya ve pek geleneksel bir resim biçemi sayılmayan tahta kalıplardan baskı denemeleri oluyordu.


Gauguin anavatanı Fransa’daki maddi kaygıların söz konusu olmadığı ‘’ilkel bir saltanat’’ olarak gördüğü Tahiti’deki yaşam tarzının çekiciliğine kapılmıştı. Sade bir yaşam sürmeyi, para kazanmak için başka bir iş yapmak zorunda kalmadan yalnızca resim hesaplarından uzak kalmayı umut etmişti. Bununla beraber 1895’de Tahiti’ye son kez döndüğünde yalnız ve hastaydı. Bu toplumda bir yabancı olduğu gerçeğini değiştirmesi mümkün olmamıştı. Davranışları bazen diğerlerinden daha iyi olmayan bir başka Fransız sömürgecisi olarak kalmıştı. Aralarından metresler edindiği genç Tahitili kadınlara davranışlarında, kişiliğinin en kötü özelliklerini sergilemişti. Gauguin frengi olduğunu öğrendikten sonra bile bu kadınlara olan ilgisini sürdürmüştür. Seçtiği sevgililer, Avrupa toplumunda kabul edilecek yaşın çok altındaydı. Bu metresler birtakım resimlere modellik de etmişlerdi. Çoğu kez adları bilinmeden modellik ederken, bazen de portrelerine gerçek adları verilmişti. Gauguin’in kendi vatanında kabul edilmeyen bohem yaşam biçimi, yerli toplumu öfkelendirdiği zamanlarda Tahiti’de de sorun haline gelmişti.


Gauguin 1895’de Tahiti’ye döndü. Papeete’nin hemen güneyindeki Punaania’da bir ev inşa etti ve orada yeni metresi Pahura ile yaşadı, işler hızla kötüye gitti ve sağlığı ile bütçesi iflas etti. 1896’da vahine’si (metresi) bir kız çocuk dünyaya getirdi, ama bebek kısa süre sonra öldü. Nisan 1897’de karısı Mette’den gelen mektuptan kızları Aline’in zatürreeden öldüğünü öğrendi. Aline’in ölüm haberiyle büyük bir bunalıma düştü ve arsenik alarak intihara kalkıştı. Ölmedi ve iyileşip iki çocuk sahibi daha oldu, ama altı yıl sonra frengiden öldü.










Hiç yorum yok: