5 Ağustos 2013 Pazartesi

Chagall

      
Marc Chagall neredeyse bir asır yaşadı. İki dünya savaşı ve bir devrim gördü. Amerika'ya kaçıp kurtulabilmiş bir Rus Yahudisi olarak izledi. Rusya'daki köyünün ve onca sevdiği Paris'in Nazilerce işgal edilişini... her savaş öncesinde ailesi için, resimleri için, anıları için korkulu düşler gördü. Her savaştan nice izler kaldı ruhunda. Belki de bu nedenle onun resimlerinde erkekler sevgililerini, anneler bebeklerini korurlar hep. Belki de bu nedenle hemen her resminde sevdiğini korumaya çalışan adam olarak çıkar karşımıza. Kendisini aşan, görünmez tehlikelerden sevdiğini çaresizce korumaya çalışıp duran bir adam.

Resimlerinde anılar ve düşler iç içedir. Anılar, artık birer düşten ibaretti. Rusya'da bir köyde geçen çocukluk düşlere dönüşmüş, geride bırakılan köy olmuştur. Koca gözlü, rengarenk inekler, atlar, özlemle sarılıp sığınılacak dev bir kırmız horoz, artık yaşamayan nice akrabalar...
Onun resimlerinde, insanlar meleklerle yan yanadır. Uçmak, yürümek kadar doğaldır. İnsanlar evlerden büyük, tavuklar ve horozlar insan boyutundadır. 

 Pembe, mavi ya da mor inekler o günlerin dost bakışlı, anlayışlı tanıklarıdır. Baş aşağı duran evler, ağaçlar hayvanlar ve insanlar görünür arkalarda. Dev bir vazoda, dev bir buketin içinde buluşan aşıklar, gecenin su olup aktığı büyülü mavi nehirler, sulara karışıp giden aşıklar, ve düşleri aydınlatan bir dolunay vardır...


Aşka inanan bir adamdı Chagall. Aşkı bulmuş ve kaybetmiş bir adam oldu. Biricik aşkı ve otuz yıllık eşi Bella'nın ölümünü yaşadı. Resimlerinde aşkın romantizmi,ü çok sevilenle bir bütün olabilmenin güzelliği ve onu kaybetmenin hüznü bir arada bulunur çoğu kez. Sevgili, bir türlü unutulamayan, hep anımsanan, hep özlenendir.


Ay ışığının loş aydınlığında, düşler ve gerçekler, birbirinden ayırt edilemeyen gölgeler olup çıkarlar. Meleklerin şarkıları Chagall'ın resimlerine, Chagall'ın resimleri meleklerin şarkılarına karışıverir. Sonunda bir de bakarsın ki, düşler gerçek olmuş, gerçekler de düş... Chagall'ın resimlerinde meleklerin şarkılarını duyman bundandır.

Şehrin, göğün mavisine karıştığı bir saat vardır. Hani güneşin, ayı kıskanıp, bir daha doğmayacakmış gibi saklandığı... Bütün evlerin ışıklarının çoktan bir bir sönmüş olduğu, herkesin bir günü daha öyle ya da böyle bitirmiş olduğu... Şairin dediği gibi ay “bir masal meyvesi gibi” büyülü, maviye asılı durmaktadır. Onu “kırılmış dal uçlarından paylaşmış” olanlar çoktan örtülerinin altında, düşlerinde kaybolmuşlardır bile.

O mavi saatte hayat, gökyüzünün mavisinde asılı kalmış bir sihirli bukettir. Gecenin serinliğinde baygın ıhlamur, iğde, hanımeli ve gül kokuları birbirine, benim hüzünlü şarkım rüzgâra, rüzgâr saçlarıma karışır. Bilirim, o saatte mavi olup çıkmış her evde, başka bir öykü uyuyacak sabaha kadar. Her öykü, sabaha kadar serin bir düş, sabah olunca yeniden kan ter içinde hayatın ta kendisi olacak.

“Mavi Kemancı” dedi Chagall bana. “Hayatın mavi öykülerini mavi şarkılar yapıp söyle bize. Söyle ki, geceler karanlık, ıssız ve yapayalnız olmasın. Söyle ki, öykülerimizin bir müziği, bir şiiri bir anlamı olsun. Söyle bizler de birer ses, birer nota olalım. Birileri de bizi duysun.








28 Mayıs 2013 Salı

EDWARD HOPPER / 22 Temmuz 1882 – 15 Mayıs 1967



Amerika'da doğan Hooper, duygusal olmayan gerçekçi tabloları, kent ve kırsal kesim insanları ile onların ortamlarını benzer biçimde betimleyerek yirminci yüzyılın başlarındaki Amerikan yaşamını çarpıcı bir biçimde yansıtmaktadır.


1920'lerde ulaşım sistemlerinin çağdaşlaştırılması, halkın büyük kitleler halinde küçük kasabalardan kent merkezlerine göç etmesini tetiklemişti. Amerikan yönetimi, ele geçirilmiş olan kıtanın kısa tarihine rağmen, siyasi arenadaki ciddi yapılanmasını, yine aynı tarihlerde ulusal bir proje olarak tamamlama ve dünyaya dayatma sancısı içersindeydi. İtalyan ve İrlandalı göçmenlerde rastlanan mafyatik eğilimler de aynı tarihlere denk düşmektedir.


Hopper ve yüzyılın başından önce, sanatsal diğer alanlarda dünyaya hiçbir sunumu olmayan bir toplum, gelecek yıllarda dünyayı etkileyen/tetikleyen akım ve oluşumların merkezi/çıkış yeri olacaktır. Bu açıdan da 1900'lü yılların Amerikası ve başlangıçta yer alan isimlerden biri olma özelliğinden dolayı Hopper çok iyi okunmalıdır.

Hopper, ışık ve rengin mükemmel karışımını resimlerinde uygulamayı 1901'den 1906 yılına kadar Paris'te öğrencisi olduğu Robert Henri'den öğrenmişti. Henri, Amerika'nın gelişen metropol yaşamını, apartmanları, rıhtımları, fabrikaları, sokakları gerçekçi bir anlayışla resmetmeyi amaçlayan, Ashcan okulu olarak bilinen bir ressamlar grubunun üyesiydi. Fakat hopper, diğer yerel sanatçıların küçümsediği ya da görmezden geldiği, Amerika'nın yalın mimarisi ve günlük sokak görünümlerini kendi yorumuyla aktarıyordu. İster demiryolu istasyonları veya tren vagonları olsun, ister barlar, restoranlar, çeşitli ev sıraları ya da evlerin ön sundurmaları olsun, Hopper Amerika'yı gördüğü biçimde resmetti.


Sanayileşme ile birlikte yaşanan değişimi; bireyin ve çevresinin de zorunlu olarak yaşayacağı dönüşümle paralel olarak algılayan sanatçı, etkileyici ve dokunaklı bir trajiklikle dönemini resmetmeyi başarmıştır. Amerikan yaşam tarzında meydana gelen bu değişimi belgeler nitelikteki çalışmaları, dokunaklı olmakla birlikte özgün bir ifadedir. Özellikle günümüzde “kentsel dönüşüm” dayatmalarının yaşandığı İstanbul günlüğünde, belki de Hopper'ın aktarmaya çalıştığı, kasaba ve şehrin dışında kalan sakin yaşamlara dair görünümleri, döneminin çağdaş yapılanmasının, diğer bir taraftan Amerikan alt ve orta sınıfının kaybolan suskunluğunun yansımasıdır. Hopper, genellikle tablolarında insanın zaman karşısındaki konumunun ne kadar üzücü olduğunu, zamanın kontrol edilemez akışını ve bireylerin birbirleri ile ya da misafiri oldukları dünya ile gerçekten iletişim kurmalarını engellenmeye yapılanmaya işaret etmektedir. Bu açıdan Hopper, resimleri ile yakın tarihin perdesini aralayan bir belgeselci gibidir. Amerikan gerçekçiliğinin önde gelen sanatçılarından Hopper'ın eserlerini incelediğinizde, pek çok filmin bu kompozisyonlardan etkilkenerek kadrajlandığını görürsünüz. Edebiyatçıların da esin kaynağı olan ressam, 1950 sonrası kaleme alınmış Amerikan edebiyatının mekân tasvircisi olarak okunabilir.

Hopper'ın “Gaz” adlı resmine baktığınızda, bu olağanüstü, izleyene heyecan veren kompozisyon, hareketli bir görüntüye dönüşmek üzere olan donmuş bir film karesi gibi görünmektedir; belki bir yol, korku ya da macera filminin çarpıcı sahnelerini hatırlatmaktadır.